Dil VE Anlatım HOŞGELDİN...!

DİLİN, EDEBİYATIN ÜSTÜNDEKİ GÖLGESİ

Dili bazen ideolojinin, bazen gündelik siyasetin içine sıkıştırıp sonunda ondan has edebiyat beklemek, yazınsal dilin doğasını gözden düşüreceği gibi, onu sıradan bir araç olmaya da indirger.

            Egemenlik alanının başat konularından birinin dil oluşu temel bir kültür sorunu olarak kendini sık sık dayatır. Orada onu elinden kaçırmak, kimliğini kaptırmakla eşdeğerde görülür. Demek ideolojik vurgular arasında, üstelik o arada birçok boyutu birden gözetmeden dil üstüne düşünmek olanaksızdır. Nasıl ki Türkçenin özleşme kavgası yalnızca dil içinde verilmediyse, onun karşısında Osmanlıcanın neden sonra bir zenginlikmiş gibi sunulması da yalnızca dil içinden çıkmış bir endişe değildi. İdeolojinin biçtiği yanılsamalar iki eğilim içinde de gösterişli biçimde sunuldu. İkincisi bugün üstelik tarihsel haklılıkla da birleştiriliyor ki, yalnızca bu yüzden bile edebiyatın konusu olmaktan çıkarılıp ideolojinin tek gerçek algısına terk edilmeli.

Dilin edebiyat yapıtlarının yaratıcısı olan yüzünü gösterirken bir de gölgesini düşürmesi, edebiyatı toplumsal kaygılar içinde açıklamayı da gerektiriyor. Bu arada tarihin toplumsal olan üstündeki ağırlığını taşımak zorunda da bırakılır ki, dilin bu düzeyde edebiyatın konusu olduğu yalanı ideolojinin marifetidir, orada dil hayatı çekip çeviren güçlerin kullanımında, yalnızca bir araç olarak dolaştırılır.

Yazık ki yalnızca taşıdığı kaygılarla yetinilmez, sık sık toplumsal  karşılıklarıyla da sorgulanır edebiyat. Dolayısıyla estetik soyutlamanın sınırsız olanaklarıyla kendine yepyeni varolma biçimleri bulmanın yanı sıra, bir bilginin de taşıyıcısı olması beklenir. İdeolojinin sözde bilgisidir bu, her durumda dayatılmıştır; tam karşılık olma düşüncesiyle verilmişken karşılıksız çıkan, çünkü yalandan başka bir şey olmayan ideolojinin sahteci yüklerini taşıyan bilgi: ne yazınsal metni aydınlatır, ne okurun beklentisini.

Adorno bu yüzden, “Oysa sanat yapıtlarının büyüklüğünün tek ölçüsü de ideolojinin sakladığı şeyi dillendirmeleridir,” diyor. “Bir yapıt başarılıysa, ister amaçlanmış olsun ister olmasın, yanlış bilincin ötesine geçilmiş demektir.”

Edebiyata ne çok şey borçlu olduğumuzu anlatıyor Adorno. Yeter ki yazınsal yazının sırlarına sığınılsın, orada hayatın asıl anlamı bulunduğu gibi, kendini koruma biçimleri de edinilir. Orada amaçlı olma zorununu dayatmaya gerek yoktur, çünkü edebiyatın kendiliğinden taşıdığı amaçlar, çoğun siyasetin taşıdıklarından daha değerli, kalıcı ve etkilidir. Yazınsal dil, öznel olanı nesnel olanın yerine geçirirken ve bireyin anlamını tarihsel ve toplumsal birikimin üstünde tutarken, edebiyatın öznel değerlerine dönüşlü olduğunu her fırsatta gösterir. Kendine dönüşlü olmayan dilin yazınsal değil işlevsel kullanım içinde solup renklerini yitirmesi de olağandır. Ne tarihin dili okurdan bir de kendi üstünde durmasını bekler, ne günlük gazetenin yazı ve haber dili. Üstelik o denli yaygınlaşmış, kamu diline dönüşmüşken...

Yazınsal dilin kendini büsbütün dışa açmasının olanaksızlığı, niteliğinden gelir. Nasıl ki açıldıkça doğallaşıp konuşma diline yaklaşır, kapandıkça da yaratıcılığı bütünüyle içine almaya çalışır. Yazınsal dilin akacağı yatak bellidir ve onu çeşitli biçimlere, eğilimler, yeniliklere kendine kapandıkça sıkışıp yeni uçlar vermeye başlama özelliği yöneltir. Yazınsal dilin kendine dönüş ısrarı, sonunda kendi için varolma hakkını kullanması, anlamı kendisine dönüştüren dil olarak yaşam hakkını eline alması, edebiyatı bulunduğu yerden alıp daha yukarı çıkaran başlıca itici güçtür. Anlatılan, yazarıyla eşdeğerde bir özne gibi davranırken yaratım sürecinin sonunda öteki özneleri nesneleştirerek öne geçer.
Hiçbir yaratıcının dili bütün bütüne kendinin değildir. Yelpazenin bir köşesinde egemen edebiyat anlayışına yönelen yazınsal seçimler dilleriyle kendilerine oldukları kadar dışarıya da bağlı dururken, öbür köşesine doğru kendine dönmeye başlayan edebiyat anlayışları sıralanır. Bu sıralamayı yalnızca yazarların yaptığını söylemek safdillik olur; öte yanda siyasal durumun uzun dönem içinde oluşmuş gerilimi de yazınsal seçimleri belirleyebilir, bir yetke olarak buyurma biçiminde değil de, yarattığı siyasal dünyanın yazarları zorunlu kıldığı seçimlerin gerçeğe dönüşmesi yüzünden. Sözgelimi savaş sonrası Avrupa’sının karanlık, kaotik dünyası edebiyatı yeryüzünden çekilip kendine ait kapalı bir dünyaya çekilmeye zorlamış, orada yazınsal dil bir iç dile dönüşmüştü.

Demek o ki, iz bırakmış hiçbir yazınsal seçim, rastlantısal değildir, kesinkes nesnel bir karşılığı vardır ve kalıcı olmasını sağlayan asıl etmen de bulduğu karşılıkları kendi karşılıklarıyla örtebilmesidir. Türk edebiyatının moderniteyi bir seçim olarak yaşamadığı Cumhuriyet sonrasının erken kaygıları, tamamıyla yeni bir ulusun ve yeni bir kültürün yaratılmasına kendini adayan bir edebiyat anlayışı, dolayısıyla onunla özdeşleşen bir dil yarattı. O günün koşullarında seçkin sayılabilecek bu dil anlayışı, bugünün koşullarında epeyce geleneksel kalır. Dil, zaman içinde ve hep yukarı çıkan gelişme eğrisi boyunca, önceki edebiyat anlayışlarını eskitirken kendini de sürekli yeniler. İster istemez yenilenir dil. Bırakalım yazınsal dili, günlük konuşmayı belirleyen doğal, toplumsal dil bile zaman içinde müdahaleler olmaksızın gelişip yenilenmiştir. Bugün konuşulan dille yetmiş yıl önce konuşulan dil arasındaki fark, pek çok etkenin yanında, toplumsal ve tarihsel değişimin kendiliğinden sonuçlarından da etkilenmiştir.

Bugün hiçbir şair Ahmet Haşim gibi yazamaz, derken sözgelimi, Onun diliyle de yazılmaz şiir, diyoruz. Deneyen gülünç duruma düşer. Bugün dili Osmanlıcanın değerlerine dönüşle zenginleştirme çabasında, üstünde yeterince durulmamış bir anakronizm oluşu da böyle açıklanabilir. O sırada dil sözcük sayısı bakımından zenginleşiyordur zenginleşmesine, sözcük sayısı da bir dilin zenginliğinin başlıca ölçütleri arasındadır elbette; gelin görün ki, bir dilin zaman içindeki değişimi onun sözdizimine, biçimine, yazınsal bildirişim ilkelerine ve düzeyine, üslup yaratma olanaklarına, sesine, ritmine de bağlıdır ki, Osmanlıcanın kendinden menkul değerleri bunları ne yazık ki sağlayamadığı gibi, geriye götürüyor. Yazınsal dil bu yolla güzelleşmiyor, çirkinleşiyor; organik değil, eklektik bir bileşene bağlanıyor. Dilin sözcük seçimine ilişkin bir ayrılmanın ötesinde, yüksek atlamayla karşı yakaya geçme niyetidir bu.

Dili bazen ideolojinin, bazen gündelik siyasetin içine sıkıştırıp sonunda ondan has edebiyat beklemek, yazınsal dilin doğasını gözden düşüreceği gibi, onu sıradan bir araç olmaya da indirger. Yazınsal dil eğer öteki yazınsal değerler içinde de bir amaç değilse, yazarını bağımsız yazarlık kavramına da götüremez. Dil, eğer yazınsal niteliğini her şeyin önünde tutan yazarlar, o dili okuma tutkusunu zaman içinde koruyup yücelten okurlar olmasaydı, bugünkü anlamına yaklaşamazdı. Adorno bu özelliği “sanata dışsal bir şey değil, onun tanımsal bir parçası” görüp Kant’ın “amaçsız amaçsallık” biçimindeki formülasyonunun da bunu ima ettiğini belirtiyor. Bir amaç gütmeden de amacı olma, amacı doğasında içkinleştirme biçiminde anlatılabilecek olan bu nitelik en çok da yazınsal dile yakıştırılabilir mi? Ona güven duymanın asıl biçimidir bu.
 
 
Bugün 27 ziyaretçi (57 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol